28.9.09

Yazık ettik insanoğlu?


Şekilci olup çıktık. Nasıl yaşanması gerektiğini “Hayat Veren” den öğrenmeyince hayat verilenlerden öğrenmeye çalıştık. Normal bir çabaydı bu aslında. Ama hayat verilenlerin yaşantısı “en güzel hayat sahibi” nin hayatından uzaklaştıkça bizde kendimize yabancılaştık. Taklide başladık. Yaptığımızı doğru sandık. Çünkü atalarımız böyle yapıyordu. Biz onların sadece bize, topluma dönük yanlarını gördük, onu örnek aldık. Düşüncelerini göz ardı ettik. Halının altına süpürdük, ev temiz sandık. Kendimizi kandırdık. Düşünceye yanaşmadık. İbadetlerin ruhunu kaybedince kendimizi de kaybettik. İbadetlerin amacını kavrayamayınca şekilci olduk.

Düşünmeden, anlamadan yapılan ibadet kimi nereye ulaştırır ki? İnsan neden ibadet eder ki? İhtiyaçtan mı yoksa görüntü olsun diye mi? Midemizi besleyip ruhu aç bırakınca hırçınlaştık. Kimimiz şirke düştü, kimimiz günahı adet haline getirdi. Kimimiz çok şükür doğru yolda.

İnsan neden namaz kılar ki? İnsan neyden ibaret olduğunu kavrayamadı mı neden ibadet eder ki? Bu kavrayış bütün hayatını kurtarmaz mı?

İç zenginliklerimizi kaybedince dış zenginliklerimizi içimize yamamadık. Huzur bulmak için geceyi kullanmak yerine uykuyu tercih ettik mesela. Her an günahla yüz göz olan yüreğimizi, yüzümüzü gözümüzü koruyamadık. Tevbe de etmedik mesela. Hatta kendimizi haklı gördük şeytana karşı. Allah’ım nasıl bir aldanış bu?

Şekilciliğin içine daldık. Dini böyle algıladık. Hatta dünyayı ahretten ayırdık.

Geceler boyu uyuduk. Uyutulmaya alıştırıldık. Hatta ölümü ebedi uyku sandık. Rahat uyu dedik arkasından. Kim memnun kaldı bundan?

Ölümü hayatın bir devamı olduğunu unuttuk. Pavlus un Hristiyanlığı algıladığı gibi dünya işlerini ahret işlerinden ayırdık. Kendimizi kendimizden ayırdık. Ayrılık ne getirdi ne götürdü? Bizi bizden aldı, bizi bizle baş başa bıraktı. Kendimizi anlayamadık, başkalarına sırt döndük. Ayıp ettik. Hem de Kime karşı ey insanoğlu?

Bilmediğimizi tarif etmeye kalkıştık. Tarif edemeyince tahrif ettik. Yazık ettik insanoğlu.

24.9.09

İslam 'sabık' olanın değil, 'sadık' olanındır


Bu köşede, 'Yusuf'un kuyuya ve zindana atılmasından değil, 'Züleyha'ya evet demesinden endişe duyduğumu söylemiştim.
Çağın Züleyha'larına teslim olan, onların önünde eğilen, gömlekleri önden yırtılmış 'Yusufcuklar'ın, kendilerini temize çıkarmak için babaları Yakub'un adına ve ardına sığınmaları, 'özrü kabahatinden büyük olmak' anlamını taşıyacaktır.
Övgüye değer bir meziyeti bulunmayanlar, övünmek için ataların ocağına koşarlar. Sadece koşmakla yetinmezler, o ocağı kutsarlar. Kutsanmış ocağın, artık, közü değil külü de 'kutsaldır'; onu da taşırlar kendi çağlarına. Böylece, atalara sövenlerle, onları övenler birbirlerine ters kutuplarda birleşmiş olurlar. Kutsayanlar, "yok sayanlar"ın alternatifi olma iddiasındadırlar; fakat neticede aynı gözede buluşurlar.
Milliyetçilik, ulusçuluk, ırkçılık gibi "asabiyete" bulanmış kavramlar etrafında birkaç haftadan beri yazdığımız yazılara aldığımız tepkiler, her alanda süren kavram kargaşasının, en yüksek dozda bu alanda da yaşandığını gösteriyor.
"Millet" gibi saf Kur'ânî bir terimin içi boşaltılıp "seküler" bir anlam yüklenerek türetilen "milliyetçilik", Kur'an'ın sunduğu hayat tasavvurunun tam karşısına yerleştirilmiştir. Ne yazık ki, kafası karışık insanımız, bu hermenötik tahrife bin bir dereden su getirerek kılıf uydurmaya çalışırken, "Allah ne der?", "Kur'an ne der?" diye düşünme zahmetine bile katlanmamıştır.
Kur'an, Allah-insan ilişkisi bağlamında kendi duruşunu "müslüman" olarak tanımlayan herkesi "İbrahim milliyetçiliğine" çağırmaktadır. İbrahim milliyetçiliği, kavim, soy, cinsiyet, ulus, coğrafya, ırk, renk, dil gibi ontolojik ve sosyolojik vakıalar üzerine değil, insan varoluşunun Allah'tan bağımsız anlamlandırılamayacağından yola çıkılarak oluşturulmuş Allah eksenli tevhîdî bir hayat tasavvuruna dayanır.
İbrahim milliyetçiliğinde, "biz" ve "onlar" kategorisinin çerçevesini kişinin dahlinin olmadığı "tabiî" değerler değil, kişinin kazanılmasında dahlinin olduğu "insanlığın değişmez değerleri" belirler. Mesela, İbrahim milliyetçiliğinde, "bizden" gerekçesiyle zalim ve onun zulmü alkışlanamaz, "onlardan" gerekçesiyle "mazluma" ve "zulme" sessiz kalınamaz.
Seküler milliyetçilikte "sabık olmak" başlıbaşına bir "değer" iken, İbrahim milliyetçiliğinde "sadık olmak" başlı başına bir değerdir; sabık olanlar eğer sonradan ihanet etmişlerse, sebkatlerini gerekçe göstererek hak iddia edemezler.
İslam, sabık olanların değil sadık olanlarındır. Allah'la sözleşmelerine ihanet edenler, atalarının geçmişte yaptıklarının faturasını çıkartarak Allah'ın önüne koyuyorlarsa, bu sadece cehaletlerinin değil, ihanetlerinin de tescili anlamına gelecektir. Kur'an, Allah'a fatura çıkaranların faturalarını yüzlerine şöyle çarpar:
"Siz, ey iman edenler! İçinizden kim O'nun dininden yüzçevirirse, iyi bilsin ki Allah, öyle bir toplum getirecektir ki; O onları sevecek, onlar da O'nu; imanda sebat edenlere karşı alçak gönüllü, küfründe inad edenlere karşı da onurlu davranacaklardır." (5:54)
"Eğer yüzçevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de, onlar sizin gibi olmazlar." (47:38)
"Dilerse sizi temizler, yerinize yepyeni bir varlık (halk) getirir." (14:19)
İslam, kimsenin babasından miras kalan köstekli gümüş saat değildir. İslam, kendisine ihanet edenlere "mecbur" ve "mahkum" da değildir. O, öyle bir 'gelindir' ki, mehir bedelini kim verirse ona varır. Onu, düştüğü yerden kalkan bir "çocuk" gibi görenler aldanırlar. Onlar tarihe baksınlar; Kufe'de, Şam'da, Bağdat'ta, Buhara'da, Semerkant'ta, Nişabur'da, Kahire'de, Endülüs'te ne oldu, ona baksınlar.
İslam'ın, "sabık" olanın "malı" olduğunu düşünenler, babalarından kalmış yarım-yamalak inançları için Allah'ı minnet altına almaya, hasbelkader 'müslüman' olmalarını baş kakıncına dönüştürmeye kalkarlar; tıpkı Kur'an'ın dediği gibi: "Müslüman olduk diye, seni minnet altına almaya kalkıyorlar." İşte bu tür böbürlenmelere karşı Kur'an'ın cevabı:
"De ki, müslüman oldunuz diye beni minnet altına almaya kalkmayın: Hayır, tersine size imanın yolunu gösterdiği için asıl Allah sizi minnet altında bırakır; tabii ki eğer sadıklardan iseniz." (49:17)
Evet sadakatini isbatlayan "sadıklardan" iseniz, sizi imana ulaştırdığı için siz Allah'a minnet eder, O'nun size lutufta bulunduğuna inanırsınız; yok sadakatiniz ihanete inkılab olunca geriye kala kala "sabık"lığınız kalmış ve siz de onunla övünen "sabıklardan" iseniz; o zaman da, müslüman olmanızı Allah'a baş kakıncına dönüştürür, sanki O'na bir lütufmuş gibi sunmaya kalkarsınız.
Tercih sizin.
( 16 Haziran 1999 )

Mustafa İslamoğlu

23.9.09

“Ömrüne yemin olsun ki…”

“Ömrüne yemin olsun ki…”

Siz hiç birinin ömrüne yemin ettiniz mi? Ama Allah etti. Elçisinin ömrüne yemin etti (15:72). Bunun açılımı “Harap olmuş ruhları imar ve inşa etmeye adanmış ömrün şahit olsun ki” demekti. İnsan hayatına “ömür” denilmesi, insanın mâ hulika leh'inin (yaratılış amacının) imar ve inşa olduğunu gösterir. İnsan hayatı, hem o hayatın sahibini mamur etsin, hem de o hayatın sahibi çevresini ve geleceğini mamur etsin diye “ömür” adını almıştır. “Umre” ibadeti de aynı kökten. Ömrü imar ettiği için “umre” denilmiş. İbn Haldun'un “medeniyet” yerine kullandığı 'umran kavramı da öyle. Zira medeniyet, bir “imar ve inşa seferberliği”dir. Ömür Ramazan olur mu? Hayat “ömür” olursa, ömür de ramazan olur. Yani: hayat hem sahibini hem de başkalarını imar ve inşaya adanırsa, işte o zaman ömür Ramazan olur. Zaten Ramazan'ın ve bir Ramazan'la gelen Kur'an'ın amacı da budur. Kur'an'ın doğum ayını oruç suretinde kutlamamızın sebebi bellidir: İnsani yanımızı öne çıkarıp beşeri yanımızı arkaya çekmek. Akleden kalbimizi öne çıkarıp, içgüdülerimizi ve şehvetimizi arkaya çekmek. Zira vahiy anlaşılsın, öğüt alınsın ve yaşansın diye indirilmiştir. Vahyin sahibi Allah, kelamını “Düşünen bir topluma” ithaf etmiştir. “Doğrusu Biz bu Kur'an'ı öğüt için kolaylaştırdık; şu halde yok mu öğüt alan?” diye tek bir surede tam beş kez sormuştur. “Kur'an'ın maksadı üzerinde derin derin düşünmezler mi?” diye sitem etmiştir. Kur'an'ın bir Ramazan'da inmeye başladığını söyleyen ayet, vahyin amacını şöyle ortaya koyar: “o, insanlık için bir rehberliktir; bu rehberliğe ve doğruyu eğriden ayırmaya dair bir belge ve bilgi kaynağıdır”. Ömrün Ramazan olması için indiği geceyi ömre bedel kılan vahyin hayata inmesi şart. Değilse insan ziyandadır. Bunun en güzel özetini Asr suresi veriyor: 1. 'Asr şahit olsun ki… 'Asr “bir şeyin özünün posasından ayrılması için sıkılmasını” ifade eder. Yani, bir şeyin hasat ve hasılatını almaktır. Gündüzün hasılat vakti olduğu için ikindiye 'asr denilir. Hasadı tam alınmış bir hayatı ifade ettiği için yüzyıla 'asr denir. İnsanlık tarihinin olgunluk dönemine tekabül ettiği, dolayısıyla hasat ve hasılat zamanı olduğu için “ahir zamana” 'asr' denir. Dahası, tüm ömürlerin hasadının devşirilip hasılatının alındığı “hesap gününe” 'asr' denir. Şu halde, bu ayetin muhtemel anlamları şudur: “İnsan soyunun hasılat zamanı” veya “İnsanlığın ikindisi olan şu son çağ” ya da “Son vahye mazhar olan ahir zaman şahit olsun ki…” 2. Elbet insanoğlu tarifsiz bir kayıptadır. Bu kayıp, insanın insanlık cevherinin kaybolmasıdır. Geriye canlı bir organizma olarak “beşer”in kalmasıdır. Sonuçta kaybolan insandır. Nasıl ki ahiret dünyanın ruhuysa, insan da hayatın ruhudur. İnsan kaybolursa, hayattan geriye ceset kalır. İnsanı kaybetmemek hayatın ruhunu kaybetmemektir. Bunun yolu son ayetteki şu dörtlü reçeteyi uygulamaktan geçer: 3. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler; yani birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bundan müstesnadır. 1) İman etmek: İmanın akidevi tanımı inanmak, ahlaki tanımı güvenmektir. “Allah'a inanıp güvenenler” anlamına gelir. İnsan Allah'ın güveninin eseridir. Kayıpta olan insan, aslında Allah'ın güvenini (ve Allah'a güvenini) kaybeden insandır. 2) Salih amel işlemek: Bir amel ancak “ıslah” içeriyorsa sâlihât'tan olur. Yani, bir bozukluğu düzeltmeyen amel salihât'tan olamaz. Bu ayette iman sâlihât dışında sayılmıştır. Yine bir çok ayette namaz kılmak, zekat vermek sâlihât'tan değil hasenât'tan sayılır (Msl. 11:23; 2:277). Hasenât'a bire on, salihât'a cennet vaad edilir. Hasenât sahiplerinin seyyiatı örtülür, fakat sâlihât sahipleri “canlıların en iyisi” olmakla müjdelenir (25:70 ve 98:7). İyi olmakla yetinip aktif iyi olmayanlar kayıptan kurtulamazlar. İyiliği emretme kötülükten sakındırma farzı bu emrin daha sonraki adıdır. Yararı kişinin sadece kendine olan amel Salîh amel tanımına girmemektedir. O halde salih amel, 'kamusal alan'daki ifsada yönelik ıslah girişimidir. Son iki şart salih amelin açılımıdır: 3) Hakkı tavsiye: Salih amelin açılımıdır. Hak, insan-Allah ilişkisinde tevhide, insan-insan ilişkisinde adalete tekabül eder. Hakkı tavsiye tevhid ve adaleti ikame için gayrettir. 4) Sabrı tavsiye: Hakkı tavsiye bedel ister. Bu bedeli ödemek gerektiğinde sabır tavsiye edilir. Sabır hak üzerinde sebat ve direniştir. Sabır, düzeltme talebinden vazgeçmemektir. Sabır, aktif iyi olma yolunda, kötülere ve aktif kötülere meydanı bırakmamaktır. Yoksa insanoğlunun kaybı kaçınılmaz olur. İnsanlar analarından iyi doğarlar, “aktif iyi” olamazlarsa, önce kötü, sonra aktif kötü olurlar. İşte o zaman bir tek o kaybetmez, bütün insanlık kaybeder. İşte ömrün Ramazan olmasının anahtarı. Böyle bir ömrün ahireti bayram olmaz mı?

Mustafa İslamoğlu

22.9.09

Kitaba uymak mı, kitabına uydurmak mı?


Kitaba uymak yerine kitabına uydurduk. Kendi davranışlarımızı veya düşüncelerimizi meşru kılmak adına çok zor çıkarımlar yaptık.

Hata yapabilirim düşüncesindeydim. Bu yüzden iki gündür düşündüm, araştırdım. Kendi düşüncelerim şeytanlaşmış olabilir dedim. Şeytanın yaklaşmadığı Nebi nin ve inerken şeytanın bozamadığı Kitaba baktım. Güvendiğim, düşüncelerinin temiz olduğuna inandığım İ. Azamın, M. İslamoğlunun, F. Gülenin, ve T. Büyükkörükçünün yazılarını, yazıları yoksa fetvaları, fetvaları yoksa vaazlarından faydalandım. Hiç biri yoksa bu insanların hayatlarına baktım.

İşte benim bulduğum deliller. Siz “nikahsız bir sevgi” hakkında daha sağlam deliller getirirseniz, o saniye kendimi değiştirmeye çalışmaya hazırım. Kanaatime göre yanlış olduğu için sevmeme rağmen bıraktığım sevdiğime dönmeye, yeniden el ele, göz göze gezmeye hazırım. Yok, eğer bu deliller daha sağlamsa siz değişmeye hazır mısınız?

Deliller elbet aynı illet hakkında olmalı. Yani “nikahsız bir sevgi”. Demek istedğim ben “içki haram derken sizin su helaldir” dememeniz.


1. Kuran

“İnanan kadınlara söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; [örfen] görünmesinde sakınca olmayan yerleri dışında, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar; ve bunun için, başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Cazibe ve güzelliklerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından, kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin oğullarından, kendi evlerindeki kadınlardan, yahut yasal olarak sahip oldukları kimselerden, yahut kendilerine bağlı olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar; ve [yürürken] gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurmasınlar. Ve siz, ey müminler, hepiniz topluca, günahkarca davranışlardan dönüp Allah'a yönelin ki kurtuluşa, esenliğe erişesiniz!”
İlk delilim Kuran dan elbet. Kadın-erkek ilişkisinin sınırları çizilmiş. Eğer sevdiğimizin kocası isek sınırlar genişletilmiş. Yani aramızda bir nikah ve nikah ahdi gerçekleşmişse belli sınırları aşmadan, o dairede özgürüz.

“Böyle (iddetini bekleyen) kadınlara evlenme isteğinizi üstü kapalı biçimde bildirmenizden, yahut içinizde tutmanızdan dolayı size bir günah yoktur. (Çünkü) Allah, sizin onları anacağınızı bilmektedir. Sakın (kapalı evlenme teklifi sırasında), iyi sözsöylemeniz dışında, onlarla bir gizli(buluşma)ya sözleşmeyin ve farz olan bekleme süresi dolmadan nikah bağını bağlamağa kalkmayın ve bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. O'ndan sakının ve yine bilin ki, Allah bağışlayandır, halimdir (ceza vermekte aceleci değildir).”

Kime ne derece yakşalabileceğimiz ve nasıl davranabileceğimiz açıkça belirtilmiş değil mi?


2. Sünnet

Peki Peygamberimiz sevdiğinde veya sevildiğinde nasıl davranmış veya nasıl davranılmış?

İlk karşılaştığım ve araştırdığım örnek Hz. Hatice annemizin El-Emin olana duyduğu sevda oldu. Kime sevdalanmamazı gösteren ve nasıl davranmamızı gösteren en güzel örnek bu olsa gerek.

“Hz. Hatice, ticaretle ugrasan zengin, haysiyetli, serefli bir kadindi. Ücretle tuttugu adamlarla Sam'a ticaret kervanlari düzenlerdi. Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dogru sözlü, güzel ahlâkli ve son derece kendisine güvenilen bir insan oldugunu ögrenince, O'na ticaret ortakligi önerdi. Hz. Muhammed (s.a.s) Hz. Hatice'nin bu teklifini kabul etti. Hz. Hatice O'nun baskanliginda bir ticaret kervanini Sam'a gönderdi. Ayni zamanda kölesi Meysere'yi de O'nunla beraber gönderdi. Meysere, yolculuk sirasinda Hz. Muhammed (s.a.s.)'de harikulade hallere sâhid oldu. Gittikleri yerde, Peygamberimiz (s.a.s.) satacaklarini satti ve alacaklarini da aldi. Ondan sonra geri döndüler. Hz. Hatice bu ticaret kervanindan çok memnun oldu. Daha önce gönderdigi ticaret kervanlarina nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti. Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkinda Meysere'yi de dinleyince, O'na olan itimadi ve sevgisi daha da artti. O'na anlastiklari ücretten fazlasini verdi ve Hz. Muhammed (s.a.s)'e evlenme teklifinde bulundu. (Ibn Ishak, a.g.e., 59).

Hz. Peygamber (s.a.s.) durumu amcasi Ebu Talib'e anlatti. Ebu Talib Hz. Hatice'yi Hz. Muhammed (s.a.s.) için istedi. Iki aile anlasti. Dügünleri o zamanin örf ve adetlerine göre, Hz. Hatice'nin evinde yapildi. Dügünde Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin amcasi Amr b. Esed birer konusma yaptilar. Ikisi de konusmalarinda hikmetli ifadelerde bulundular ve evlenecekler hakkinda güzel seyler söylediler. Ondan sonra misafirlere ikram yapildi, yemekler yenildi. Ebû Talib nikâhlarini kıydi. Mehir olarak 500 dirhem altin tesbit edildi (Ibn, Sa'd Tabakat, VIII, 9).”


3. Fıkıh

Sınırları okuduktan sonra peki bu delillerin bana bakan yönü ne dedim. Benim düşüncelerim gerçekten de korku kaynaklı ve şeytansı olabilir dedim. Mezhebime uygun hocalara başvurdum. Öğrendiklerimin özeti şöyledir:

İslam dini fıtratın bir gereği olan evlenmeyi, sağlıklı nesiller yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulmasını gerekli ve önemli bulmuş ve karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde olan mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz yaptığı mutlu evliliklerle bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur.

“İslâm'da da evleneceklerin nikahtan önce birbirlerini görmesi ve tanıması için nişanlılık devresi caiz görülmüş ve bununla ilgili düzenleme yapılmıştır. Çünkü evlilikten gaye huzurlu bir yuva kurmak ve bu huzur ortamında yeni nesilleri yetiştirmektir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor. “Size nefislerinizden kendilerine ısınmanız için eşler yaratmış olması aranızda bir sevgi ve merhamet yapması da onun ayetlerindendir.” (Rum 21)

Nişan, bir evlilik olmayıp bir evlilik vadinden ibarettir. Bu yüzden nikah akdi yapılmadıkça nişanlanmakla kız ve erkek birbirine helal olmaz ve mahremlik devam eder

Peki nişanlı kişilerin birbirleriyle konuşmalarının hükmü nedir dedim?

"Konuşma olabilir; çünkü, nişanlanmışlardır. Hattâ nişanlamadan bile bir kimse çarşıya pazara çıkıp ciddî bir şekilde alışveriş yapabiliyor. Başkalarıyla örtülü olarak, belli bir ciddiyet dairesinde konuşabiliyor. Ama, nişan nikâh demek olmadığı için, aralarında yine mesafe ve bir ciddiyet olması lâzım! Lâubâlilik olmaması lâzım! Öyle tek başlarına gezmek, ikisi yalnız bir yerde kalmak filân gibi şeyler olamaz" dendi.

İslam'ın kadın-erkek ilişkileri hakkında getirdiği hüküm ve kurallar açısından bakıldığında sevdanın-evlilik öncesindeki aşkın, çıkmanın, flörtün, adı her neyse- bütünüyle Islâm sınırlan dışında kaldığı görülür: Çünkü, biçimi, şartlan ve sonuçları bakımından İslam'ın hüküm ve kurallarına ters düşen bir ilişki biçimi olarak ortaya çıkmaktadır.



4. Düşüncemin temelini oluşturan M. İslamoğlu

Evlilik öncesi, yani nikahsız sevgi hakkındaki görüşlerini Yürek Devleti adlı kitapta bulabilrsiniz. Ayrıca M. İslamoğlunun “günlük hayatı düzenleme adına” söylediği şu söz beni çok etkiler “Önemli olan dişilik değil kişiliktir.”

Gelelim benim anladığıma.
Eğer seviyorsak, davranışlarımızı meşru kılmak adına sinirle değil sankince düşünüp evliliğe veya nikaha giden yolda “belli bir çerçevede” yürümeliyiz. Nasıl ki paramızı “ak” kılmak adına zekat veriyoruz, sevdamızın zekatı da “nikah” olmalı.

Bahsettiğim bu sevda elbette ki Ebubekir (r.a.) in sefere çıkarken ailesine bıraktığı aşkın ve yüce sevgi değil. Eğer böyle bir sevdadan bahsediyorsak onun zekatıda Allah yolunda olmaktır.

Ben yanlış yapabilirim. Sadece bu dostunuzu, arkadaşınızı veya gözünüze gözükmesini istemediğiniz bu müslüman kardeşinizi düzeltmek adına daha sağlam deliller getirirseniz Rahman ve Tevbe surelerinde belirtildiği gibi düşüncelerimden veya davranışlarımdan tevbe etmeye hazırım.
Hata yapabilrim. Ama hatamı doğru görüp ısrar etmem. İçki haram deyip içenle haram değildir deyip içen arasında fark olduğunu bilen bir insanım.

Eğer “evlilik öncesi sevdanın”, yani nikahsız bir sevdanın davranışlara bakan yönüyle helalliğinden bahseden, işaret eden, örnek gösterilen veya yukarıdaki naslara dayanan düşünceler varsa paylaşmanızı isterim.

İlk istediğim Kurandan ayetlerle düşüncenize delil getirmeniz.
İkinci isteidğim Nebinin hayatından örnek vermeniz.
Üçüncü istediğim hangi mezhepteyseniz o mezhebe göre “nikahsız bir sevdanın sınırlarını belirleyen” kuralları bana da aktarmanız.

Lütfen hiç yorum yapmadan beni aydınlatın.

Düşünceniz benimkinden daha sahihse o saniye kendimi değiştirmeye hazırım. Yok eğer benim delillerim sağlamsa doğru yol budur ama insan yanlış yapabilir demeye hazır olmanız.

Allah ım ilmimi arttır. Bilgimi ilme dönüştür. Bildiğimle amel etmemi nasip et. Bilerek veya bilmeyerek işledediğm günahlarımı affet. Hata ettim affet. Sen yarattığını sevensin. Sen Vedud sun. Sen Rahmansın.

Daraldıkça daraldı dünya..


Düşmüşüm sanki en derin kuyulara.
Daraldıkça daraldı dünya.

Alt üst olmuş sanki rüyalarım
Kelimeler anlatmaz heveslerimi.

En güzel niyetlerim ateşe çıkmış
Meğer dünya zaten satılıkmış.

İnsanlar talan etmiş
Yalan söylemiş.
Sırt dönmüş.

Binlerce kırbaçla geri gelmiş dünya
Sırıta sırıta..
Sırtına sırtına insanın...

Korkulan olmuş.
İnsan ölmüş.
Batı nefsi tahta çıkarmış.
Doğu öldürmüş.
Kaymağı kim yemiş?

Kuyulardayım Yusuf.
Alınıp satılmış sanki ruhum.
Allanıp pullanmış sanki vücudum.
Batılı biri gelmiş almış beni.
Kandırmış Mısır ın hülyasıyla.

Osmanlı demiş,
Selçuklu demiş şöyle yaşardı.

Ee nasıldı asrı-saadet?

Üç katlı evler yüksek gelirmiş,
Derlermiş ki kıyamet yakın,
Evler yükseldikçe yükseldi.

Ağzıma vermişler şekeri,
Ezmişimde ezmişim.

Bir tatlı muhabet ki
Kalkmaz gelmez içimden.

Girdapalar oluştu ruhumda.
En kötü düşler girivermiş şuuruma.

Ey Süleyman,
Nasıl analdın rüzgarın dilini?
Nasıl kurtardın yürekleri girdaplardan?
Nasıl haklı çıktın Davut dan?

Zindana giden yollarda yürür gibiyim.
Umudum yok gibi.
Karanlıklar basmış sanki dünyamı.
Aydınlık yok.

Zindanda da ölebilir insan
Yatağında da.

Güzel düşlerde görebilir rüyasında.
Güzel de yaşayabilr kendince.

Şuurunu da kaybedebilir
Yüreğinide.

Şuur da düzelir
Yürek de.

Fetih başlar yüreğimde.

Romayı görmeyebilr insan,
İstanbulu da.
Üzülmem bunları görmeyince.

Ama yabancıysam bir ayete,
Görememişsem seni ey Ayet
Göster kendini.
Pişman ettirme beni.
Sevdir kendini.

Kıyamda durabilir insan,
Rüku da yapabilr, secde de.
Fıkıh beş vakit namazı kıl der.
Yürek kıyamda değilse,
Zihin rükuya varmamışsa
Şuur secde etmez elbet.

Ya Vedud.
Önümü nur eyle.
Arkamı nur eyle.

Zihnimi,kalbimi,şuurumu temizle.
Dünyayı al kalbimden.
Perçemimden yakalama beni.
Ne yak, ne de üz beni.

Bizi bize bırakma.

Bizi nefsimizin aldatmasına bırakma.

Bizi karartma Allah ım.
Yüzümüzü kara çıkartma.
Her türlü karalıktan uzak et.

Ya sin.
Ey insan.

İkra.

Kendi bildğini değil
İnsanı sevgiden yaratan Rabbinin adıyla oku!

Ya Rab.
Aydınlığa çıkart.

Ya Rab,
Bizi batının eline bırakma.
Bizi batılın eline bırakma.

Bırak beni vahyin eline,
Yoğursun beni .
İnşa etsin hayatımı.
Şuurumu.
Zihnimi.
Kelimelerimi.

Musa mı göster
Harun umu buldur bana.
Bağrından çıkan tertemiz elle ellesin bağrımı,
Peygamberin Ömer in yüreğini ellemesi gibi.

Ebu Hanife gibi giydir beni.
Malik gibi sünnete uydur.
Hanbel gibi öğrenen eyle.
Şafi gibi söyleyen eyle. (R.A)

Elimi nur eyle.
Gözümü nur eyle.

Zihnimi secde ettir ayetlerine.

Gider sıkıntımı.

Buldur bana İsa mı.
Yükseleyim göklere.
Öğrendikçe amel edeyim.
Beni Havarilerinden eyle.

Beni bana bırakma.

19.9.09

Kara sevda...

Nasıl bir aşk ki bu zihinler, bilinçler, şuurlar kararıyor? Düşünme dedirtebiliyor düşünmesi gereken varlığa! Kadrini düşürebiliyor insanın! Düşünmeyen, ne yaptığını bilmeyen insan neye yarar ki? Diğer canlılardan ne farkı kalır ki? Davranışını sorgulayıp, bir karara varamayan insan neden çerçevesiz bir sevgiye sığınıyor? Üstüne fazla varma dedirtebiliyor? O benim “helalim” dedirtebiliyor!

Hangi şuur bölye şeyler söyleyebilir? Kim söyletebiliir? Allah her an hayata müdahil değil midir? Neyi gözardı ediyoruz? Dini neden hayatımızın merkezine koyamıyoruz? Hayatımız neden vahiy eksenli değilde nefis eksenli?

Şeytan söyletebilir bunları insana. Ama şeytanın dediğiyle amel etmek ne fena! Aşk başlıklı hayatların altından şeytan çıkıyor. İnsana “çerçevesiz bir aşk” yaşa diyor. Şeytan ki insanı sevmez, saygı göstermez. Zaten secde de etmemişti. İnsanı sevmeyen şeytan nasıl da sevgiyle kandırıyor insanı! Veyl olsun böyle sevgiye! Sevmediği insanı günahın elinden tutturuyor, gönlünü gök sofrasından alıkoyuyor, gözler bir tutam saça takılıp kalıyor. Gözler kara saçlara bakmaktan huzur buluyor. Gönüller kararıyor. İnsanı kara kara düşündürüyor bu “çerçevesiz sevgi”.

“Yılların verdiği yalnızlık hissi, bu çerçevesiz aşkta son buluyor. Tek kişilik olan yalnızlık çift kişilik oluyor.”

Allah’ı anmakla yükümlü kalbimiz, O nu andıkça heycanlanan kalbimiz kimin karşısında heycanlanıyor? Bu heycanda meşru elbet, ama muhtemelen siz daha evli değilsiniz. Meşru hayata geçmeden gayri-meşru yolda yürümek sizinde hakkınız elbet. Köşeyi dönünce şeytanı görürseniz şaşmayın! Bravo!

“Helalim” dediğiniziz eli, saçı başı, gönlü sana gerçekten helal mi? Allah’ın hudutlarını aşanlar kimlerdir? Bunları nasıl bir son beklemektedir? “Eyvah, küçük büyük herşeyi yazmış bu kitap!” hitabı kimleredir. Düşünmemeye devam dostlar!

Herkesten sakladığını, herkesi Yaratandan da mı saklıyorsun? Bilinçler tükenmiş sanki. Zihin-yürek dengesi hangi sofradan gelenle besleniyor?

Kapitalizmin, modern batının açtığı yolda yürürken mi huşu buluyor kalbin? Haydi şimdi bahane üretme vaktiniz. İlleti (gerekçesi) böyle bir aşk olan bir örnek verin asr-ı saadetten. Pes edeyim.

Getirin delillerinizi. Getirin sevgiliden kopan saç telini, getirin sevgilinin elinin sıcaklığını, getirin sevgiliye söylenen güzel sözleri, getirin gece aklınıza gelen “sevgili düşlerinizi”. Getirin zaman kayıplarınızı. Getirin helalim dediklerinizi, götürün bir haramlıklarınızı.

Getireyim size “sakal-ı şerifin” sahibinin hayatını, koyayım önünüze, getireyim cehennemim sıcaklığınızı bir elinize, getireyim vahyin nadide cümlelerini, getireyim “gece kalkında Allah ı anın” mealli ayetleri. Şimdi verin gençliğiniziz hesabını? Verin bir elinize gözyaşlarınızı, diğerinede pişmanlıklarınızı. Açın ellerinizi Vedud olan Allah’a. Nur insin gönlünüze.

“Allah’ım önümü nur eyle, arkamı nur eyle. Yolumu nur eyle, üstümü nur eyle. Sağımı nur eyle, solumu nur eyle. Gözümü nur eyle, gönlümü nur eyle!”

Örnekler verin bana bu aşkı meşru kılan. Züleyha deyin mesela. O da aşıktı. Hemde Yusuf’a. Ama Yusuf Allah tan layıkıyla korkardı. O gömleğini bu uğurda yırttı. Biz edep perdesini paramparça ettik. Bununla da kalmadık, perdeyi sattık şeytana. Yeni gömlekler aldık. Züleyhaların karşısına çıktık yeni giysilerle. Şeytan paramparça etti yüreklerimizi.

Bana asr-ı saadetten bir örnek verin. Hz Ömer şöyle yapardı, Hz Ebubekir şöyle yaşardı, Hz Ali şöyle severdi, Hz Osman aşk için şöyle demişti deyin bana. Pes edeyim. Ebu Hanife “çerçevesiz, özgür aşk”lar için şöyle fetva vermiştir deyin durayım orda bende. İbn. Hanbel şu hadisi rivayet etmiştir deyin susayım bende. İbn Malik şöyle ders vermiş öğrencilerine deyin bende ders alayım. Şafi şöyle düşünürdü deyin bende öyle düşüneyim.

Gelelim kendi düzeltemeyen insanın sistemi düzeltmeye kalkışına. Kendine hakim olamayan insanın devrim yapma hissine. Yar dan belli bir vakte kadar vazgeçemeyen insanın ülkeyi refaha çıkartmasına. Sen kendini haram eli tutmaktan vazgeçiremiyorsan, nasıl haram parayı tutan elleri vazgeçirme çabasına girersin.

İnsanlar kendilerini düzeltmedikçe Allah da o toplumu düzeltmez.

“Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar onun, Rabbinden gelen hak olduğunu bilsinler, böylece ona iman etsinler ve sonuçta da kalpleri ona saygı duysun diye Allah böyle yapar. Hiç şüphe yok ki Allah iman edenleri doğru yola iletir. İşte o gün mülk (hükümranlık) Allah'ındır. O, insanların arasında hükmünü verir. Artık iman edip salih ameller işlemiş olanlar Naîm Cennetleri'ndedirler. Elbette onları hoşnut olacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir). Biz her ümmet için uygulayacağı bir ibadet yolu verdik. O halde din işinde seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine davet et. Çünkü sen hiç şüphesiz hakka götüren dosdoğru bir yol üzerindesin. Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki: "Allah yapmakta olduğunuzu daha iyi bilmektedir." Hakkında ayrılığa düşüp durduğunuz şeyler konusunda kıyamet günü Allah aranızda hüküm verecektir. Bilmez misin ki kuşkusuz Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi bir kitapta (Levh-i mahfuz'da)dır. Şüphesiz bu Allah'a göre çok kolaydır.” (Hac)

17.9.09

Aşk,sevgi,kapitalizm...


“"Kimi sevmek?" sorusuna doğru cevap bulmak yetmiyor, "Kim için sevmek?" sorusunu da doğru cevaplamak gereki­yor. Eğer birincisini doğru cevaplamak yetseydi şeytan kovulmazdı.”

Evet, şeytan Allah ı severdi ancak insanı sevemedi. Bunun tersini modern insan sergiliyor. İnsanlar insanları seviyor ancak Allah ı kaybediyorlar. Bilmiyorlar mı ki Allah insanoğlu veya kainat için vazgeçilmezdir, ancak Allah için vazgeçilmez yoktur. Hem Allah ı kaybeden neyi bulur, Allah ı bulan neyi kaybeder.

Bir türlü “çağ-daş” olamadığımız saadet dönemi yıldızları ve onlardan sonraki nesil insanı, varlığı, onları yaratan dan dolayı severdi. Birbirlerini sadece Allah rızası için sevmenin imandan olduğu bir döneme yetişemedik. Eğitim ve öğretim hayatımda hep yanlış şeyler öğrendim, dolayısıyla eğitilemedim. İnsan insanın kurdudur düsturu eğitti çağdaş arkadaşlarımıda. Yarar varsa eylem oluşur dendi. Rıza köşelere, bucaklara itildi. Allah ın hayata her an müdahil olduğu unutuldu, yerine kul yapımı sistemler getirildi. Bu sistem de sevgiyi emretti. Ama el ele seveceksin dedi, göz göze, diz dize sev dedi. El değmeden sevgi mi olurmuş dedi. Kabuğunu kır dedi sistem. İman kabuğunu kırdı insan. Saç baş dağınık halde, sevgiye aç zihinler aşık oldu o dağınık saça başa. Allah ın boyasıyla boyanın dedi vahiy, O boyayla boyanmayan yüzlere meyletti gönül. Ne ettin ey gönlüm denmedi. Ardına düşüldü gece görülen düşlerin. Zihinler yıkınmamıştı ayetlerle. Ayetler eyleme dönüşmedi. Ameller kitaplarda kaldı. Yürek muhabbetsiz kalınca, aşk yetişti imdada. Tutukladı insanı. Tutkular esir aldı. Kabuğunu kıran, yalnızlık çeken yürek çareyi şeytanın aldatmasında buldu. Gözlerini yeni yeni açmaya başyalan insan, insanı sevmeyen, secde emrini yerine getirmeyene uydu. İnsan kayboldu. Yalnızlığını gidermek için insan yeni yalnızlar aradı. Zihinler çıplak, saç baş dağınık karanlıkta buluştu bu yalnızlar. Her bakış zinaya açılan bir kapı oldu. Aydınlığı beşerin gözlerinde arayan insan, karanlık yüreğine yenik düştü. İnsan nefsine uydu. Gözden düştü.

“Çağdaş insanın Allah'a inanışı cahiliyye müşriklerinin Al­lah'a inanışına nitelik yönünden çok benziyor. Çünkü, sevgi değil ihtiyaç belirliyor Rabbimizle olan ilişkilerimizi. Çünkü insan "Ey Allah'ını, sana muhtacım, çünkü seni seviyorum." deme yerine "Seni seviyorum, çünkü sana ihtiyacım var" de­meye getiriyor.”

“Gönül ferman dinlemiyor ve sevgi henüz borsalara düşme­di. İki insan birbirini kaç para verseniz sever? Ya da seven iki insan hangi bedeli ödeyince terkeder bu sevgiyi? Fiyatı nedir kalbin ve onun en soylu meyvesi olan sevginin?”

“Sevgi toplumunda, insan insanın kurdu değil insan insa­nın cennetidir. Sevgi iksirinin cennet haline getirdiği yürek­lerinde konuklarlar birbirlerini. Öyle bir yürek ki, çarşıların­da sevgi satılır, terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere severler ve sevgilerini bezlederler, feda ederler.
Sevgi toplumunda insanlar yeni tanıdıkları her "insan"a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.
Sevgi toplumunun fertleri yüreğin işlevini iyi bilirler. Onu nükleer bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiyle çözmeye çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, to­katları ise şefkattendir. Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler, parantez içine alırlar. Bu da üç günü geç­mez, geçemez.
Dövmeleri gerekiyorsa nefret ettikleri için değil sevdikleri için döverler. Birbirlerini tezgahlarına koyup tüketmezler, gö­nüllerine ekip o münbit toprakta üretirler.
Sevgi toplumunda yüreklere asılan "sevgili pankart"ta şu yazılıdır:
"Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz." (Buhârî, Îman) Sevgi toplumunda, insan insanın kurdu değil insan insa­nın cennetidir. Sevgi iksirinin cennet haline getirdiği yürek­lerinde konuklarlar birbirlerini. Öyle bir yürek ki, çarşıların­da sevgi satılır, terazilerinde sevgi tartılır, ancak karşılığında para değil yine sevgi alınır. Sevgilerinin faturası yine sevgidir. Çok kere severler ve sevgilerini bezlederler, feda ederler.
Sevgi toplumunda insanlar yeni tanıdıkları her "insan"a yeni nâzil olmuş bir âyet gibi bakarlar.
Sevgi toplumunun fertleri yüreğin işlevini iyi bilirler. Onu nükleer bir güç merkezi gibi kullanırlar. Sorunlarını sevgiyle çözmeye çalışırlar. Kendi aralarındaki kavgaları sevgiden, to­katları ise şefkattendir. Olağanüstü durumlarda sevgilerini tümden silmezler, parantez içine alırlar. Bu da üç günü geç­mez, geçemez.
Dövmeleri gerekiyorsa nefret ettikleri için değil sevdikleri için döverler. Birbirlerini tezgahlarına koyup tüketmezler, gö­nüllerine ekip o münbit toprakta üretirler.
Sevgi toplumunda yüreklere asılan "sevgili pankart"ta şu yazılıdır:
"Vallahi birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe de cennete giremezsiniz." (Buhârî, Îman)”

“Tarihte sevgiyi katleden bir çok düşünce, yaşam biçimi ve sistem gelmiş geçmiştir. Fakat, insanlığın değişmez değerleri­ni paraya tahvil eden, fazilete dayalı bir ahlâkı yıkıp üretim ve tüketime dayalı bir "ahlâk"ı ikame eden; sevgi, fedakârlık, samimiyet gibi erdemlerin yerine, gösteriş ve ikiyüzlülüğe dayalı diplomasiyi yerleştiren kapitalizm gibisi gelmemiştir.
Reklâm ve propagandaya dayanan modern dünya sistemi, sevgi gibi paraya dönüştürülemeyen değerlere hasımdır. Onu tahrip etmeyi, bunu beceremezse tahrif etmeyi amaçlar.
Onu yok etmeyi beceremez, çünkü sevgi yok edilemez. Ne ki ikincisinde, yani sevgiyi tahrif edip sahte sevgileri bol rek­lamla pazarlama işinde başarılı olmuşlardır. Fuhşun, çarpık ilişkilerin, putperestliğin adını aşk ve sanat koymayı başar­mışlardır. Bu sâyede sevgi, tüketime elverişli bir hâle getiril­miştir. Artık, insanlığın yüce değerlerinden biri olan sevgiyi Tutsaklık aracı olarak kullanmak mümkün olacaktır.”

“Kadın ya da erkek, bir zombi gibi, kendisini esir edip ardın­dan sürükleyen şeyin adını aşk koymaktan gizli bir haz du­yarlar. Gerçek aşkın, saf aşkın iyi şöhretinden böyle istifade ederler. Halbuki bu aşk değil, tutkunun ta kendisidir. Çünkü gerçek aşk insanı kendi cinsinin elinde oyuncak etmez, insa­na özgürlük bahşeder ve aşlanlık kazandırır.
Gerçek aşkı tanımayanlar iki kişilik divaneliklerin adını aşk koymakta ısrarlıdırlar. Bu durum psiko-patolojik bir vak'adır. Aslında tutku olan bu tip "aşk"lar çoğunlukla yal­nızlığı yüksek dozda yaşayan fertlerde görülür. Bu tipler çek­tikleri aşırı yalnızlığı hafifleten birini buldukları zaman, ilk anda kronik yalnızlıklarını hafifleten o kişiye karşı duydukla­rı minnet hissini aşk zannederler. Uzun zamandır uçsuz bu­caksız yüreğinde bastırdığı yalnızlık acısını dindiren bu unsu­ra karşı duyulan minnet ve şükran hissidir bu.
Aşk zannedilen bu hissin güçlü olması sevginin şiddeti­nin ölçüsü değil, daha önceki yalnızlığın derecesinin büyük­lüğüdür. Yeni durumda, yalnızlık açısından değişen pek bir şey yoktur aslında. Evvelce tek kişilik olan yalnızlık, şimdi­ki durumda çift kişilik yalnızlığa dönüşmüştür. Tabi, bu tut­ku platonik (tek yanlı) değilse.”

“Bu tip sevgilerin diğer bir boyutu da, insanın, kendi sorun­larını çözmek yerine, kendinden, kendi gerçeklerinden kaç­mak için başkalarıyla ilgileniyor görünmeyi seçmesi. Kendi sorunlarının tümü yüzüstü dururken sevdiğini zannettiği in­sanın sorunlarını çözmeye çalışır ve bunun adını da "fedakâr­lık" koyar. İşte bu, insanın kendisinden kaçışıdır. Tabi, so­nuçta hiç bir sorun da çözülmüş olmaz.”

“Yalnızca tek bir kişi tarafından tüketilecek kadar kısır bir yüreğin ürününe, nasıl "sevgi" diyebiliriz? Sevgi bir umman­dır. Yüzölçümü sınırsız olan bir yüreği bir kişiye tahsis et­mek, sevgiyi hadım etmektir. Benliğinin dikenli tellerinden kurtulup o yüreğin kıyılarına gelip dayanan herkesin girme hakkı vardır oraya. Sevginin sadece kendisine tahsis edilme­sini Allah bile kullarından istememiştir. O'nun istediği, sev­gide başka bir şeyin kendisine denk tutulmaması, en çok ken­disinin sevilmesidir:
"İnananlar ise en çok Allah'ı severler." (2/165)”

“Gerçek sevginin yüceltici gücü olduğu gibi çarpık sevginin de aynı oranda alçaltıcı özelliği vardır. Birincisinde insan kendisini bulurken, ikincisinde kendisini yitirir. Sevdiğini ilah edinir, onu tefekkür eder, onu zikreder, onu tesbih eder, onu görür, onu yaşar. O artık sevgili olmaktan çıkıp bir çeşit 'ilah' olmuştur. Ve zaten bu sayılanlar da bir tür tapınış yön­temleri değil midir?”

“Modern hayatın bu sapıklığına bilimsel bir temel hazırla­maya çalışan kapitalizm dininin sahtekar peygamberleri, kendilerine ilk hedef olarak sevgiyi seçmişlerdir.”

Hedef olan insan sevmede sınır tanımamakta. Saç baş dağınık önemli değil. Önemli olan kalptir demekte.


İnsalık hüsrandadır.

(Tırnak içinde yazılan paragraflar Mustafa İslamoğluna aittir)











Sözün özü: Hazzın hayırlısı, hayrın hazzıdır.

Hazzın hayırlısı hayrın hazzıdır.

İnsan, yaptığını üç şey için yapar: 1. Haz. 2. Yarar. 3. Hayr.

Sadece haz için yapılan her şey gelip geçicidir. Çünkü haz gelip geçicidir. Hazzı esas alanlar, en çok günaha batanlardır. Çünkü yaptıklarının hayır veya yarar getirip getirmediğini asla düşünmezler. Varsa yoksa hazdır onların gayesi.
Haz veriyorsa, tamamdır. Sigara, içki, kumar, uyuşturucu, zina vb. gibi kötü alışkanlıkların temelinde hazcılık yatar.

Haz için yapılan evlilik, haz bitinceye kadar sürer. O bitince evlilik de biter. Haz için kurulan dostluğun ömrü haz kadardır. Zaten hazzın kendisi ömürsüzdür. Çünkü haz, nefsin duyular aracılığıyla aldığı bir neşe, bir lezzettir.

Hazcılar en düşük insan tipleridir. Bir anlık haz uğruna, bir ömürlük yararı feda ederler.
Hatta bir anlık haz uğruna, ebedi hayrı feda ederler. Hazcının ne değeri olur, ne fiyatı. Dolayısıyla, baktığının ne değerine bakar, ne de fiyatına.

Onun için her şey haz sırasına göre kıymet bulur. En çok haz veren, en çok kıymetlidir.
Modern eğlence kültürünün amacı, insanları hazzın esiri kılmaktır. Son yıllarda sık sık söylenen “keyif aldım”, “eğlendim”, “hoş vakit geçirdim” gibi ifadeler, işte bu hazcı kültürün yansımasıdır. Özellikle değerden yoksun büyütülmüş genç oğlanların ve kızların tek amacı “eğlence” haline gelmiştir. “İyi nedir?” diye çevirip sorun, size vereceği cevap “Beni daha fazla eğlendiren” olacaktır.

Bu hazzın putlaşmasıdır. Hazzı putlaştıranlar; içgüdülerine kul, şehvetine esir olan bir tip yetiştirirler.

Yararı esas alanlar, hazzı esas alanlara göre daha iyi durumdadırlar. Her yararın içinde haz bulunmaz. Bazı şeyler haz vermese de yararlı olduğu için yapılır. Ancak, eğer hayrı görmeyen bir yararcılıksa bu, sahibini “menfaatperest” yapar. Kendisine menfaati olana sarılır. Her şeye “Bundan nasıl yararlanırım?” diye bakar. Hayırsız bir yarar, sahibini adi bir çıkarcılığın kollarına atar.

Yararcının derdi kendisidir. Paylaşmaz, el uzatmaz, yardım etmez, omuz vermez, aldırmaz. Toplumun gidişatı onu ırgalamaz. Eğer hayrı gözetmeyen bir yararcılıksa bu, bazen öyle bencilleşir ki, komşunun evi yanarken kendi yumurtasını pişirmenin kaygısına düşer. Hatta bu bencillik çılgınlık halini alır da, yumurtasını pişirmek için komşunun evini yakar.
Elbet, yararcı hazcıdan bir gömlek üstündür. En azından kendine faydası vardır. En azından faydalıyı faydasızdan ayırabilmektedir. Ne ki, kimi zaman kendi çıkarı için başkasına zarar vermekten geri durmaz. Bunun sebebi hayrı gözetmemesidir.

İslâm; muhatabını hazza ve yarara değil, “hayra” çağırır. Müslüman haz için ve yarar için değil, hayır için koşar, çabalar, didinir, çırpınır.
Hazzı içgüdüler belirler.
Yararı nefis belirler.
Hayrı Allah belirler.
Haz anlıktır, yararın en uzunu ömürlüktür, hayr ise ölümden sonrasını da kapsayan mutluluktur.
Hazzın ücreti hemen verilir, yararın karşılığı dünyada görülür, hayrın karşılığı ise hem bu dünyada, hem ahirette görülür.

Mü'min hayra talip olandır. İşte bunun için ibadet eder. Çünkü Allah hayrı diler. Hayır Allah'ın emrettiğindedir. Ramazan orucu da Allah'ın bizden istediği bir hayırdır. Eğer hayrı işlersek, hem yarar, hem de hazza nail olabiliriz.

Her hayrın içinde yarar vardır. Hayrı hazza dönüştürmek bizim elimizde. Bu, elbette dini oyun ve eğlence edinmek şeklinde olmamalıdır. Hayrı hazza dönüştürmek, hayırdan haz almak, onun tadını almak şeklinde olmalıdır. Efendimiz'in ifadesiyle bu “halâvetu'l-imân: imanın lezzeti”dir.
Bayramlar bize hayrın nasıl hazzı da beraberinde getirdiğini gösterirler. Meşru hazzı, sevinci, eğlenceyi temsil ederler.

Sözün özü: Hazzın hayırlısı, hayrın hazzıdır.

Mustafa İslamoğlu

11.9.09

İkra, sadece okumak mı?


Yarım saat veya kırkbeş dakikadır Kuran-ı Kerim in okunmasının faziletinden bahsetti. Ben orda bulunduğum süre içinde vahyi anlamaya yönelik bir sevap-cennet-Rıza ilişkisi üzerinde durmadı. Ne hazin. Hep O nu tilavet etmekten bahsetti. Sonra aklıma bir gecede hatim eden insanların rivayetleri geldi. Bu insanları, yanlış anlamak mıdır yoksa hiç anlamamak mı?

Eğer hitap varsa anlaşılmak içindir. Allah bize, inananlara, müslümanlık iddasında bulunanlara, sadece okumak için mi yirmi üç yıl içinde şifa ve rahmet olan bir Kitap indirdi. Sadece okumak için olsaydı, bir gecede okuyup bitirmek için olsaydı bir gecede inerdi gibi geliyor bana. Peygamberin her vahiy gelişinde çektiği sıkıntı boşuna mıydı? Vahyin ağırlığı kelimelerde mi anlamda mıydı?

Kelimeler mi bir dağa inse dağı un ufak eder anlam mı? (Anlamak için kelimeler gerek elbette, bu yüzden her harfine sevap vardır, demek istediğim bu değil.)

Sahabenin, bizler için örnek olan insanların hayatlarına vahyin inişi nasıldı? Bilal in kızgın kumlarda, üzerinde kayalr varken “Allah birdir.” demesi sadece tarihin konusu değildir elbet. Vahyin inşa ettiği bir tasavvurun nidasıdır.

Kelimeler varsa okuyup anlamak içinidir. Ağzını açan birisi anlaşılmak istemez mi? Allah Kuran yoluyla bizle konuşuyorsa, bizlere O nu anlamak düşmez mi? “Allah eğlence edinmek isteseydi muhakkak kendi katından bir eğlence edinirdi.” ayeti ışığında daha da anlaşılır hale geliyor vahyi anlama çabası.

Şöyle seslensem size : “Abre la puerta, se encuentra de rubí en la habitación.” Ne dersiniz bana? Nasıl bakarsınız veya? Sonrada bu cümleyi geceler boyunca okusanız ne elde edersiniz? Cümlenin anlamını okumak için sarf ettiğiniz çabayı vahyi anlamak içnde sarf ediyor musunuz? Şu kapıyı açın, arkasında altın var, cümlesini okusanızda, o kapıyı açmasanız ne elde edersiniz? Hüsrana uğrayanlardan mı olursunuz? Yoksa geceler boyunca bu cümleyi okuduğunuz için o altınların sizin hakkınız olduğunu mu düşünürsünüz? Kapıyı açanla, yanında yatan bir olur mu? Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu? Peygambere zemzem getirenle, çeşme suyu getiren, yada Peygamber susadı, Peygamber susadı… diye söylenen bir olur mu? İslam eylem dini değilde nedir? Esmaul hüsna neden hep eylem belirtir. Yaratan, Şekil veren, Dirilten…

Şöyle seslenilmiş bize: “hüvellezı yürıküm ayatihı ve yünezzilü leküm mines semai rizka ve ma yetezekkeru illa mey yünıb. fed'ullahe mhlisıyne lehüd dıne ve lev kerihel kafirun” (Mümin, 13-14).

Evet, anlaşılmayı bekleyen bir vahiy. Evet vahyin sahibi Allah. Ayetleri tilavet etsek, kıraat etmesek ne elde ederiz çok merak ediyorum. Anlamlarına uygun yaşamasak neler kaybederiz? Önce kendimizi, sonra da Rıza yı. Allahı bulan neyi kaybeder? Allahı kaybeden neyi bulur? Allahı kaybeden kendini kaybetmiştir. Kendi kaybeden ne bulabilir ki? Bulduğu şey kimin olur ki?

Ayetlerin anlamları:
13. O, size âyetlerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indirendir. Ancak O’na yönelen, düşünüp ibret alır.
14. Ey inananlar! İnkarcılar istemese de, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın.

Bu denli önemli bir istikamette, vahyi sadece tilavetten ibaret görmek hata değil midir? İlk vahiy bile “ikra” iken biz hala neden düşün müyoruz? Neden hala sadece okuyoruz? Anlamlandırmak varken neden sadece seslendiriyoruz?


10.9.09

Tesbih...


Kaç saniyede otuz üç kere Sübhanallah diyebilir insan? Elhamdülillah ı otuz üç kere söylemek otuz üç saniye sürebilir mi? Allahuekber demekten başka bir anış ifade etmez durumunu.

Neden rukû da "Sübhane Rabbiyel Azim" deriz? Neden den önce Ne deriz? Dil ile "Büyük olan Rabbimi tesbih ve tenzih ederim" deriz, bedenimiz zaten tesbih halindedir. Allah büyüktür diye haykırır bükülen belin. Ellerin dizlerine tutunmasa düşersin. Allah ın büyüklüğünü haykırır dizlerin dermasızlaştıkça. Başın öne eğilir. Gözlerinle aczini anlarsın.

Doğrulunca Elhamdülillah dersin. Çünkü acizsin. Hep rukû halinde kalsan düşmez misin? Acizsin işte. Ama Allah o acizliğin içine öyle büyüklükler sığdırmışki Allahuekber den başka bir zikir kurtarmaz insanı bu durumdan. Kim insanı büzer, toparlar da bir "atılan bir su"ya sığdırır?

Allahuekber.

Nihayet secdeye varır insan. Acizliğin anlaşılmasının zirve yaptığı andır. Hangi zikir imdada yetişir? "Sübhane Rabbiyel-Ala". Kendini, başına buyruk yaşamaktan kurtaran hamleyi yaparsın. Alnını yere koyarsın. Geldim Ya Rabbi der bedenin. Acizim, aczimi itirafım secdemdir, Büyüklük ve Yücelik yalnız Sana mahsustur, Sen bütün noksanlıklardan münezzehsin der dilin. Yüzün kızarır çok kalırsan secdede. Bedenindeki kan böyle tepki verir. Kızardıkça, kan hücum ettikçe yüzüne, açılır kapılar cennette. İtiraf ettikçe örter, gizler Allah tekbaşınalıklarını, başınabuyruk davranışlarını.

Allahuekber.

Aczinin farkına vardıkça Allah ın yüceliğini, O'nda hiç bir noksanlığın bulunmadığını anlarsın. Aczinin içinde nice büyüklükler olduğunu anlayınca şükür edersin. Bu şaşkınlığını gizleyemezsin. Allahuekber dersin.


Okumak ve İkra..



Daha önce bu köşede, tecvid eksenli Kur’an eğitiminden tertil eksenli Kur’an eğitimine geçme çağrısı yapmıştım. Orada demiştim ki: “Allah bize Kur’an’ı üzerinde dura dura, sindire sindire, anlaya anlaya” okumak demeye gelen tertil’i emretti, biz ise tertil emrini tecvide indirgedik. Tecvidi de kaf çatlatmaya indirgedik. Yeniden ilahi emre dönelim”.

Bu çağırıya aldığım olumlu cevaplar beni ziyadesiyle umutlandırdı. O zaman yazmak isteyip de yazamadığım bazı hususlara, bu yazıda yer vermek istiyorum. Yazacaklarım, “Neden tertil eksenli bir Kur’an eğitimi?” sorusunun yarım kalmış cevabına “tetimme” kabilinden olacaktır.
Maşallah, Kur’an hafızlarımız çok. Allah sayılarını daha da çoğaltsın. Ama daha önce sorduğum soruyu tekrarlayayım: “Neden Kur’an hafızlarımız bu kadar çok da, Kur’an muhafızlarımız yok denecek kadar az?”

Hafızlar içinden, ezberindeki metnin neresinde hangi konu işlendiğine dair şöyle icmali bir bilgiye sahip olanların oranı yüzde kaçtır dersiniz? Ben bu oranın yüzdeye gelir miktarda olmadığına şahidim. Bizzat ülkemizdeki hafızların Kur’an’ın muhtevasına dair bilgilerinin vahameti konusundaki tecrübelerim, beni endişelendiriyor.

Peki ya, bizden istenen bu mu?
İşte bu soruya cevap vermemiz için biraz eskiye, hiç “eskimemesi gereken” geçmişe gitmemiz lazım.

İslam’ın ilk devirlerinde Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek cidden nadirattandı. Konuyla ilgili kaynaklarımız, Hz. Peygamber vefat ettiğinde Kur’an’ın tamamını ezberleyenlerin sayısı konusunda farklı rakamlar verir. Ancak üzerinde ittifak edilenlerin sayısı sadece dörttür.
Bu durumu, Sahabe ve Tabiin gibi ilk nesillerle sınırlı bir olgu olarak görmemek lazım. İslam’ın yükseliş dönemlerindeki yüzyıllar boyunca hep böyle sürdü bu durum. İsterseniz bu konuda tarihi bir şahidi konuşturalım.
Büyük Maliki imamı ve kadı Ebubekir İbnu’l-Arabi bakınız Kur’an’ı hıfzetmek konusunda ne hayret verici bilgiler veriyor:

“Öğrencilerden bir kısmı –bunlar çoğunluğu teşkil ederler- Kur’an-ı Kerimi ezberleme işini sona bırakırlar ve önce fıkıh, hadis ve Allah’ın dilediği diğer şeyleri öğrenirler. Çoğu kere talebe, Kur’an hafızı olmadan imam olur. Şahsen Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberleyen bir imam görmedim. Sadece iki kişi hariç, onu hıfzeden bir fakih de görmedim.” (Ahkamu’l-Kur’an)

Aslında bu tercihte anlaşılmayacak bir durum yoktur. Zira Kur’an’ın kendisi bu konudaki tavrımızı belirleyecek yol haritası vermektedir:

“Bu Kitab, ayetlerini derin derin düşünsünler, saf ve temiz akıl sahipleri ibret alsınlar diye indirdiğimiz mübarek bir vahiydir.” (38:29)

Kur’an İlimleri konusunda muhalled bir eser kaleme almış olan Süyuti şöyle der: “Sahabeden hiç kimse, Kur’an’dan 10 ayet ezberleyince, onların manalarını iyice anlamadan ve anladıklarını hayatında uygulamadan diğerlerine geçmemiştir.” (el-İtkan)

Bu yöntemi izleyerek Kur’an’ı ezberlemeye koyulan Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, bu yolla Bakara suresini ezberlemek için 8 yılını vermiştir.

Yine Süyuti, el-İtkân’da, İbn Sirin’den naklen İbn Eşte’nin şu satırlarına yer verir: “Hz. Ebubekir Kur’an’ı cem etmeden vefat etmiştir. Hz. Ömer de aynı şekilde Kur’an’ı (kendinde) cem etmeden vefat etmiştir. Bazıları derler ki, bundan maksat “Kur’an’ın tamamını hıfzetmeden öldüler” demektir.”

Ahmed b. Hanbel Müsned’inde, sahabeden Enes b. Malik’in ağzından şöyle bir nakilde bulunur: “Birisi Bakara ve Alu İmran surelerini okur hale geldiği zaman, bizim gözümüze son derece büyük görünürdü”.

İbn Haldun, “..ashabın hepsi fetva verebilecek durumda değillerdi. Hepsinden dini meseleler de alınmazdı” diyerek, bunun sadece Kur’an’ın manasını kendi bütünlüğü içerisinde çok iyi bilenlere has olduğunu söyler.

“Akıl Kur’an’dır, Kur’an akıldır” diyen büyük alim ve arif Haris el-Muhasibi, Fehmu’l-Kur’an’da şöyle der:

“Aklı ile Kur’an’ı düşünmek, ancak gereğince amel etmekle olur. Allah’a yemin ederim ki bu, Kur’an’ın koyduğu sınırları yitirip metnini ezberlemekle olmaz. Bu sebepledir ki, “Ben Kur’an bir tek harfini zayi etmeden Kur’an’ı hatmediyorum” diyen biri, Kur’an onun ahlak ve davranışlarında görülmedikçe, Kur’an’ın tamamını zayi etmiş demektir.”

Yine el-Muhasibi şöyle der: “Allah Kur’an’ı kalbine koyar da sen onu anlamazsan, Allah sana buğzeder ve bilir ki sen O’na ve kelamına yeterince değer vermiyorsun.” “Eğer samimiyetle anlamayı istersen, sana ilahi yardım gelir. Zira “Allah müttakilerle beraberdir” (16:28) ayeti bunu doğrular. Allah’ın kitabını anlamak, sadece kalbi çalışmayana ağır gelir. Şu ayeti hiç mi işitmedin: “Eğer Allah onlarda iyi bir hal görseydi, mutlaka onların işitip anlamalarını sağlardı” (8:23) buyurmaktadır.”

Sahabenin alimlerinden Abdullah b. Mes’ud’un şu sözüne ne dersiniz: “Birinin Allah’ı sevip sevmediğini öğrenmek istiyorsan, Kur’an’ı sevip sevmediğine bak.”
Abdullah b. Yezid şöyle der: “Bir kul kendine Kur’an’la imtihan etsin: Kim Allah ve Rasulünü seviyorsa, Kur’an’ı sever; Kur’an’ı seveni ise Allah sever.”

Mustafa İslamoğlu

9.9.09

Senin bana Rab olman, bana övünç olarak yeter!...

Yâ Rabbi, senin bana Rab olman, bana övünç olarak yeter!...
Ve sana kul olmak, bana şeref olarak yeter yâ Rabbi!

Yâ Rabbi, sen tam benim istediğim gibisin!
Beni de senin istediğin gibi bir kul eyle Yâ Rabbi!..

Hz. Ali (R.A.)

8.9.09

Kalabalık...



insan kalabalığı sever.
kalabalıklaştıkça kabalaşır.
aynılaşır.
adımlar sıklaşır.
bakışlar sıkılır.
hayat durağanlaşır,
hayat akar gider farksız.
kenardan ney sesi duyulur.
yalnızlığı çalar o insan.
hemen fark edilir.
hüzün hissedilir.
insan keşfedilir.
o insan sadedir.
kalabalık hayattan bıktırır.
gözler günaha girmekte yarışırken
ortam kızışır.
kızlar adımlarını hızlandırırken
erkekler takipte ustalaşır.
kalabalık düşünceleri alır götürür.
ayaklar altına serer düşünüşleri,
gelen geçen çiğner.
ağızlar aldırmaz.
kaldırımlar bu kadar yükü kaldırmaz...
ve insanlık çöker.
dibe vurur ahlak.
beşer kalır bardağın dibinde.
tortusu beş para etmez bu beşerin.
hangi su paklar bu zihniyeti?
kalabalıktan uğultular yükselir.
niyaz değil bu;
kuru gürültü.
bu sefer kuru gürültüyle ilerler papuçlar.
köşe başında insanlar.
köşelerle çevrilmiş sokaklar..
sıkışmış kalmış insanoğlu..
yardım bekler bu beşer.
bu gidişle bu bekleyiş uzar..
bir ses duyulur
ey insanlar, Allah ın ipine sarılın!

6.9.09

Bin tane 28 Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan'ın bu toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter mi?



Şemseddin Şami, Kamus-ı Türkî'sinin “oruc” maddesinde şu malumatı verir: “Farsça ruze'den gelir. Türklerin 'r' ve 'le' ile başlayan kelimeleri olmadığından, böylelerinin başına daima kelimenin harekesiyle müteharrik bir hemze ilave etmeleriyle uruze ve badehu oruc olmuştur. (Rus'a Urus, Ramazan'a Iramazan demeleri gibi)”
Oruç kelimesinin kökenine ilişkin bu malumattan yola çıkarak, eski Türkler'de orucun olmadığını, bu ibadetin İslamiyet yoluyla önce Farslar'a sonra da Türkler'e geçtiğini söyleyebiliriz.

Oruç, Kur'an lisanındaki savm'ın karşılığıdır. Savm, en büyük Arap dil ansiklopedilerinin verdiği bilgiye göre “terk ve 'direnç' vurgusu taşıyan sabır” anlamlarına gelmektedir. Savm'ın kök anlamlarından yola çıkarak, orucun 'tutmak' ve 'bırakmak' gibi birbirine zıt iki anlamı birden taşıyan bir ibadet olduğunu kolayca anlayabiliriz. Orucun amacı da, bu anlamın insan hayatında aktif hale gelmesini sağlamaktır: 'tutmaya değer olanları tutmak' ve 'bırakılması gerekli ve yararlı olanları bırakmak'.

Orucu emreden Kur'an ayetinin, bu emrin gerekçesi olan şu hitapla bitmesi, yukarıdaki sonuçla bire bir örtüşmektedir: “leallekum tettekûn: umulur ki sakınır/korunursunuz.”
Sonuçta, yalnızca 'sakınanlar korunurlar'. Ancak terk etmeyi bilenler direnebilirler. Kalıcı ve iyi birşeyler tutmak için, geçici ve kötü şeyleri bırakmak şarttır. Bazen tutabileceğiniz şeylerin sayısı, bırakabileceğiniz şeylerle orantılıdır. Ya da, bu tesbitleri şöyle de dile getirmek mümkündür: Terk etmeden elde etmeyi istemek, bedel ödemeden kazanmakla aynı anlamı taşır. Tuttuğunuzun kendi amacını sizde gerçekleştirmesi, neleri bırakabileceğinize bağlıdır. Korunmanız, sadece Allah bilinciyle sakınmalarınızın bir ödülü olacaktır. Şu soruyu, inandığınız değerlerin ne kadar kalıcı ve hakiki olduğunu anlamak için kendi kendinize sormalısınız: Bin tane 28 Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan'ın bu toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter mi?

Kalıcı değerlerin yerine, yönetici seçkinlerin devlet imkânlarını da seferber ederek zorla ikame etmeye çalıştığı sahte ve sentetik değerler uğruna, kaç kişi nesinden vazgeçer?
Canından mı? Malından mı? Yemesinden, içmesinden mi? Zevkinden, sefasından mı?
İslami değerlerle “bin yıl da olsa mücadeleyi sürdüreceğini” söyleyenlerin görmediği, ya da görmek istemediği yalın ve suratlarında tokat gibi patlayan gerçek işte budur. Ve onlar, savaş açtıkları insanlığın değişmez değerlerini temsil eden hayat nizamı İslam'ın, bugünlere binyıllardır küfrün ve şirkin, tuğyan ve isyanın, şeytan ve hempalarının her tür ve cinsine rağmen geldiğini unutmuş görünüyorlar.

Ramazan ilahi bir gündem. Tüm sahte gündemlerin ortasına, karanlığın ortasına düşen bir ışık topu gibi düşüverdi. Yazık; bu ışık topunun gönüllere nur, gözlere sürur, dizlere derman, yüreklere ferman olan ışığından kalplerinin gözleri kör, kulakları sağır, ağızları dilsiz olanlar yine yararlanamayacaklar. En çok onlara acımak gerek.

Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine tutunarak kendine doğru yücelmek isteyenler için bulunmaz bir fırsattır Ramazan.

Umutların kuşlar gibi göç ettiği, geleceğin tüm baharlarının gıyabında ölüme mahkum edildiği, gül yüzlü yarin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı, aksaçlı sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara vurduğu, ihanet kasırgalarının mamur yürekleri saçıp savurduğu, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir zaman ve mekanda Ramazan sadece bir imkan değil bin imkandır.
Ramazan'ı 'beslenme festivaline' dönüştürmek, bu imkanı hovardaca israf etmekten başka bir şey değildir. Ramazan'ı festivale dönüştürenler orucu diyete, ibadeti âdete dönüştürürler. İbadeti âdete dönüştürenlerin kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci yanlış 'âdeti ibadete' dönüştürmektir.

Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız olanlar, sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber'in yaptığı gibi, önce kendileriyle tanış olacakları, biliş olacakları bir atmosfere hicret etmek durumundadırlar. İşte Ramazan, böyle bir hicret için bulunmaz bir Hıra'dır.

Kendi şahsiyetini yeniden yoğuracak ve doğuracak bir varlık sancısının gül yüzlü meyvelerine, en güzel ebeliği ancak bir Ramazan yapabilir. Oruç tutmakla iş bitmemektedir, asıl yapılması gereken orucun başını dik tutmaktır. Orucun başı, haram yiyerek beslenen haramzadelere ve haramilere inat, bu ülkede helalin, hakkın, adaletin ısrarlı temsilcisi olmakla dik tutulur.
Orucun başı, bu ülkeyi gasıpların elinden alarak mustaz'aflara iade etme azminin orucun tamamlayıcı bir boyutu olduğuna inandığımızda dik tutulur.

Orucun başı, yüreğimizi paylaştığınız gibi, sofranızı ve ekmeğinizi, yoksullarla, yetimlerle, evsiz, işsiz ve aşsızlarla paylaştığımızda dik tutulur. Her gün iftarda ve sahurda yemeyi düşündüğümüz envai çeşit yiyeceğin bedelini iman ve özgürlük mücadelesi veren gönül coğrafyamızın sakinlerine ayırıp, soframızda bir felaketzede standardına razı olmakla dik tutulur.
Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını, mazlumlarını, mağdurlarını yüreğimize alıp, onlara donattığımız gönül soframızı iç geçirerek izlerken açlığımızı unuttuğumuz zaman dik tutulur.

Siz orucun başını dik tutarsanız, elbet oruç da sizin başınızı dik tutar.
Orucun başını dik tutanların ve başını oruçla dik tutanların Ramazan'ı bereketli olsun.
Mustafa İslamoğlu

4.9.09

Ta,Ha. Dünya,hoşnutluk ve namaz...



"...O hâlde, onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tespih et. Gece vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da tespih et ki memnun olasın. Onlardan bazı kesimlere, kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır.Ailene ve ümmetine namaz kılmalarını emret, kendin de namaza devam et! Biz senden rızık istemiyoruz, bilakis senin rızkın Bize aittir. Güzel âkıbet, takvâdadır, yani Allah'ı sayıp haramlardan korunmaktadır."

Burada beş vakit namaza işaret edilmektedir. Âyette geçen hamd ile tesbihten maksat namazdır. Güneşin doğmasından önce sabah namazı: batmasından önceki, İkindi namazı: gecenin bir kısım saatleri, akşam ile yatsı: gündüzün bazı taraflarındaki namaz ise öğle namazıdır.

Bilindiği gibi bu sure Hz. Ömer'in müslüman oluşuna şahitlik etmiştir. Buradan hareketle söylenebilinirki bu ayetler miraç hadisesinden çok önceleri inmiştir. Yani beş vakit namaz miraçta farz kılınmamıştır. Miraçtan önce,bu surede farz kılınmıştır.

Namaz hayatımızın neresinde?

İnsan sıkıntıya düşünce ne düşünür? Gayesi ne olur? Elbette o sıkıntıdan kurtulmak, kurtuluşa ermek, hoşnut olmak. Sıkıntıya düştüğünüz bir an düşünün. Karanlıklarda kaldığınızı düşünün. Tek istediğiniz gündüze çıkmak olmaz mı? Gündüze çıkınca kendinizi mutlu hissedebilceğinizi sanarsınız. Elbette yanılmazsınız.

Peki, genelde sıkıntıya düşünce ne yaparsınız?

Çoğumuz namaz kılmayız bu zor anlarda. Farkımızı da ortaya koyarız arsızca. Allah’ın indirdiği ayetlere neden böyle davranıyoruz? Yoksa bizde mi “atalarımızın dini” üzerineyiz? Dinimizi kimden öğrendik? Sorgulayalım kendimizi.

Vahye bakınca öğreniyoruz ki, namaz insanı memnun eder. Memnun musun? Namaza hoşnut bir şekilde mi yaklaşıyorsun? Selam verirken memnun olarak mı selam veriyorsun? Bir kere namazdan memnun olmuş bir şekilde kalksak,doğrulsak, bizi memnun Edene karşı memnuniyetsizliğimizi göstermeyiz diye düşünüyorum. Kim memnun kalınmış bir alışverişten sonra karşısındakini aldatırki?

Namazından memnun musun?
Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle mi secdeye varıyorsun?

Biz memnun olmak için dünyalık peşinde koşarken, para kazanıp feraha ereceğimizi, hoşnut olacağımızı düşünürken Vedud olan Allah, bizi seven, insanı sevgiden yaratan Allah, hoşnutluğun cevherinin namazda olduğunu, dünyalıklara gözümüzü dikmememizi söylüyor. “dünya hayatının süsü olarak verdiğimiz şeylere gözünü dikme” buyuruyor. Bana benden yakın olan beni benden iyi bilmez de kim bilir?

Nasıl bir bilincim varki hoşnutluğu parada arıyorum da namazla hoşnut olmuyorum.

İnşallah melekler bizlere de şöyle seslenirler: “Allah sizden hoşnut, siz de Allah dan hoşnut olarak cennete girin.”

Peygamberimizin(A.S.) gözünün nuru olan namaza nasıl bakıyoruz?

Allah’ım,
Bizleri sapkınların ve gazaba uğrayanların yoluna iletme.
Bizleri doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet, çünkü biz yalınız Sana kulluk ettiğimiz için yalnız Senden yardım dileriz. Çünkü sen o din (borç, ahiret) gününün sahibisin. Ahiret gününün sahibine kulluk edilmez de kime edilir? Çünkü sen Rahmansın, Rahimsin; Özünde merhametli, işinde merhametlisin. En merhametliden cennet istenmez de kimden istenir?
Hamd yalnız, Sana, Alemlerin Rabbi olan Allah a mahsustur.

Namazı bizden memnun kıl. Bizleri namazlarımızdan gafil kılma. Bizleri namazlarımızdan memnun kıl. Dünyaya göz dikmektense cennete göz dikelim. “Evde kaybettiğimiz yitiği sokokta, gece lambasının altında aramayalım.”

Dua ile..


Allah’ım!


Ey alemlerin Rabbi!
Ey sevgiyi sevgiyle yaratan!
Ey seven,sevdiren ve sevindiren!
Ey rahmetin sonsuz kaynağı!
Ey merhametlilerin en merhametlisi!
Ey gönüllerin mutlak hakimi!
Ey zatını hamd ile aziz olduğum!
Ey zatını hamdden aciz olduğum!
Ben,layıkıyla övemem Seni,
Sen,övdüğün gibisin kendini.
Seni,layıkıyla ancak Sen tanırsın,
Seni layıkıyla ancak Sen översin.
Hamd’im Sana mahsustur,senam sanadır.
Umudum,korkum ve sevdam sanadır.
Özümü sana çevirdim,sana tutundum.
Elimi sana açtım,gönlümü sana sundum.
Beni kovmaz diye kapına geldim!
Affı boldur diye affına geldim!
Tuttum günahımdan yüzüme perde!
Kulluk edemedim lütfuna geldim!
Allah’ım!
Ey vedud olan!
Hem seven,hem de sevilmeyi dileyensin.
Ey varlığı sevgi olan,ey sevginin sonsuz kaynağı!
Biz var ettiğini severiz,sen sevince var edersin!
O sonsuz hazinenden bizim için de bir sevgi var et!
O sonsuz sevgi selinin içine bizi de kat;sev bizi!
Sen seversen sevdirirsin:sevdir bizi!
Sevdiğini cennetlinle sevindirirsin;sevindir bizi!
Allah’ım Ben kulum,Sen Allah’sın
Ben isteyenim,Sen verensin
Ben susayanım,Sen suvaransın.
Ben muhtacım,Sen ihtiyaç giderensin.
Ben kendime yetemem,Sen her şeye yetensin
Ben beni bilmeyen,Sen beni benden iyi bilensin
Ben bende olmayan,Sen şahdamarımdan yakın olansın
Kul kulca ister,Sen Allah’ça verirsin.
Halim arzuhalimdir,duruşum duam.
Sensizsem neyim var,Senliysem ne gam?
Allah’ım İmanı olanın imkanı tükenmez.
İmandan ve Kurandan ayırma!
Kurandan mahrum olana ışık erişmez.
Kitaba uyanlardan kıl,kitabına uyduranlardan kılma!
Kuran’ı bizden razı,bizi Kurandan razı kıl
Hesap gününde Kuranı şahit kıl,şekvacı kılma
Kuranı bize aç,bizi Kurana aç!
Susuz yüreklere vahyi ellerimizle saç
İnsanlık zaman çölünde bu suya muhtaç ya Rabbi!
Allah’ım sorunlarımızın elinde imanımızı kar gibi eritme!
İmanımızın elinde sorunlarımızı kar gibi erit!
Bizi dünyalıklarımızın altında at etme
Dünyalıklarımızı altımızda Burak et.
Sahip olduklarımızın bize sahip olmasına izin verme
Aklımızı ak,aşkımızı ak,yüzümüzü ak eyle.
İmtihan potasınsa bizi cevher et,bizi cüruf etme
Bize götüreceğimiz yükü yüklet
Götüremeyeceklerimizi yükletme
Kahrından lütfuna sığınırız Allah’ım
Celalinden cemaline sığınırız Allah’ım
Senden Sana sığınırız Allah’ım!
Allah’ım Beni Allah’la aldatanlardan etme
Allah’la aldatanlara aldananlardan etme
Şeytanın eylemlerimizi süslemesine izin verme
Şeytanın süslediği eylemlerimize izin verme
Bana hz.Adem’in tevbesini,hz.Nuh’un direncini ver
Hz. İbrahim’in imanını,Hz.İsmail’in teslimiyetini ver
Hz. Yakub’un dirayetini,Hz. Yusuf’un iffetini ver
Hz. Musa’nın celadetini,Hz. Harun’un sadakatini ver
Hz. Davud’un sadasını,Hz. Süleyman’ın gayretini ver
Hz. Eyyub’un sabrını,Hz. Lokman’ın hikmetini ver
Hz. Zekerriya’nın hizmetini,Hz. Yahya’nın şahadetini ver
Hz. Meryem’in adanmışlığını,Hz.İsa’nın safiyetinin ver
Ve hz.Muhammed’in muhabbetini ver ya Rab!
Allah’ım
Ağlamayan gözden,sızlamayan özden
Kızarmayan yüzden Sana sığınırım
Şirkten,küfürden,müşrikten,
Cahilden,gafilden,kafirden Sana sığınırım
Harama dayalı servetten
Hak edilmemiş şöhretten Sana sığınırım
Korkaklıktan,pısırıklıktan
Kıskançlıktan Sana sığınırım
Hasetten,fesattan,kesattan,nifaktan
Fısktan,fücurdan Sana sığınırım
İftiridan,ihanetten,
Cimrilikten,kincilikten Sana sığınırım
Allah’ım benliğimin yaktığı ateşte yakma beni
Beni nefsime kul etme,kul et nefsimi Sana
Bir lahza dahi bana bırakma beni
Sen bana yetersin,yetmem ben bana
Bilmediğimi bildir,görmediğimi göster
Sen bildirmezsen bilemem,göremem göstermezsen
Gönlüme huzur,gözlerime nur,dizlerime derman ver
Sen ol deyince olur,olmaz ol demezsen
Canana can,cana canan,kalbe ferman ver!
Al işte ellerim,uzattım sana
Ne olur,ne olur bırakma beni bana!
Sen bana yetersin yetmem ben bana!
Allah’ım,ellerimi bırakma!
Allah’ım!
Bırakma bizi
Tut elimizi!
(Amin!)
Mustafa İslamoğlu